0Yorum

Benim Balıklarım

 

Çanakkale Boğazı’nın yanı başında evimizin olması gibi şanslı doğanlardandım. Dumlupınar Denizaltısı ve Derince Araba Vapurunu yuttuğunu bildiğim boğaz sularına annemin temkinlerinden dolayı hep mesafeliydim. İskelede balık tutanların mutluluğunu gördükçe merakım günden güne artıyordu. Yalı Caddesi’nde bir misina dükkânından gizlice aldığım mantar, fırdöndü, misina, kurşun ve sinek oltasını birkaç gün evde sakladıktan sonra bir ağabeyden rica edip olta takımı yaptırdım. Bitmek bilmeyen Çanakkale rüzgârı yazın sıcağında serinlemek isteyenlere kurtarıcı gibi geliyordu ama balık tutanların keyfini kaçırıyordu. Modern kamışlarla tanışılmamıştı henüz. 50-60 metrelik misinalar kucakta toplanıyor ve tekrar suya bırakılıyordu. Ama bir rüzgâr esintisi darmadağın ediyor ve tek sermayeniz olan misinayı dolaştırıyordu. Eğer çözemezsek misinayı koparıp düğüm yapmak zorunda kalıyorduk. Umutlarımız da suya düşürüyordu. O yüzden rüzgârlı havaları hiç sevmezdim. Dudaklarımı çatlatır, saçlarımı dağıtır ve balığın en yoğun olduğu dönemde misinamı dolaştırarak beni çileden çıkarırdı.

İZMARİTLE BAŞLAYAN AŞK

Sürüler halinde önümden resmi geçit yapan kefal balıklarını yakalama çabam çok sinir bozucu bir şekilde bitiyordu. Ekmek parçalarını atar, bir tanesine de oltamı gizlerdim. Ama denizde yumuşayan ekmekten oltam düşer ve tüm ekmek parçalarını afiyetle yerlerdi balıklar. Neyse ki kurşunlu takıma midye takıp denizin dibine ve biraz uzak mesafeye atmayı öğrenmiştim. Hiçbir emek sarf etmeden yakalatıyordu balıklar kendilerini. Her seferinde tek bir balık çekmek sıkıyordu beni artık. Nasıl olsa denizin dibi izmarit kaynıyordu. Şımarıklık bu işte! Oltalarımı daha sonraları ikili, üçlü yaptım. Siyah benekli mavi izmaritlerle dolduruyordum kovamı. Gelgelelim löp bir eti yoktu izmaritin. Kılçığı boldu. Tavadan başka pişirme usulü bilmeyen annem cıvık yağda katlediyordu balıkları!!!

SU ÜSTÜ BALIKLARI

Denizin dibindeki ağır metallerin su üstünde dolaşan balıkların kıymetini bu denli arttıracağı hiç aklıma gelmezdi. Kolay yakalanırdı zargana. Akıntıya beyaz cinsinden ne bırakırsanız, oltanız da beyaz ise çamaşır lastiğine bile atlardı. Hemen yakalanır ve zıplaya zıplaya gelirdi yanınıza. Oltayı çıkarırken dikkat etmezseniz narin gagası bile kırılırdı. Bir de kupes vardı suyun üst kısmına yakın yerlerde dolaşan. Hiç kıymetini bilemedi insanoğlu kupes balığının. Hâlbuki bembeyaz et ve nefis bir lezzet vardı onda. Ucuz olunca böyle makbul olmuyor işte. Fazla olunca da tabii. Melanur diye bir balıkla tanıştım. Karagözün akrabası. Kuyruğunda siyah bir bant vardı. Ekmeğe bayılırdı. Sürüler halinde ekmek parçalarına saldırırdı. Kefal kadar şanslı değildi. Ekmek parçalarına hışımla saldırırken oltayı da yutuverirdi. Bir başka keyifli avcılığımda sarpaydı. Paşa otu denilen kayaların üzerindeki aromatik otları severdi. Kolay avlanır ama kıyıya çekmek maharet isterdi, genellikle de kaçardı. Palavradan hikâyelerimize konu olurdu. İnce misina ile yakalanıp kayaların arasında ağırlığının 5-10 misli fazla bir direnme gösterirdi. Kaçınca efsane hikâyeler başlardı. Hep büyük olurdu kaçan balıklar, kaçamayanlar da ızgara.

YANI BAŞIMIZDAKİ MİDYELER

Karnımın acıktığını fark ettiğimde bir elimin uzantısı kadar yakınlıktaki midyeleri, eski tenekelerin içindeki deniz suyuna bırakıveriyordum. Çalı çırpı ile ateş yakıp kabuğu açılan midyelere limon sıkıp (varsa tabi) indiriyordum mideye. Ağır metal mi? Dalga mı geçiyorsunuz? Zaten 7 mil hızla akan akıntıda aşağıya hiçbir cisim inemez. Siz söyleyin ahkâm kesenlere, Beyoğlu’nda ya da Kızılay’da yarım saat yürüdükten sonra da tahlil yaptırsınlar. Ağır metal nedir öğrensinler egzoz dumanlarını teneffüs ettikten sonra.

İSTAVRİTTEN KALKANA

Ortaokuldan sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne girince bir başka Boğaz’ın balıkları ile tanıştım. Okulun bahçesinden sahilde sepetlerle ıstakoz yakalayanları gören talihli insanlardanım. Bir hayli de istavrit avcısı vardı Boğaz’da. Çengelköy sularında haça benzeyen batık Bizans çapaları arasında balıklar oltaya geldiklerinden bu semt, Çengelköy adını Fatih döneminde bu yüzden almıştır. İstavrit balıkları da yine aynı dönemde ıstavroz olarak bilinen Beylerbeyi’ndeki kiliseden adını almışlardı. Okulun bahçesinde arkadaşlarla bahis oynardık. Balık tutanlardan bir saat içinde hangisinin kovası daha çabuk dolacak diye.

ŞANSLI BALIKLAR

Okuldan mezun olup iş hayatına başladıktan sonra İstanbul’da Boğaz’daki restoranlarda tanıştığım lahos, kalkan gibi balıklar bu âlemin kralı olduklarını ima ettiler. Lüfer çok bol olduğu için sık sık karşılaşırdık. İnsanlar evlerine giderken leğenlerin içindeki sudan canlı canlı lüfer alıp tuzlu suyun bulunduğu torbalarda evlerine götürüp misafir ederlerdi ruhunu teslime edene kadar. Kalkan balığı anasından asil doğduğunu ima eder. Nasıl etmesin ki! Ciğeri çok kıymetli, düğmeleri ciğerinden de kıymetli. Ama eti asaletinin en belirgin simgesi. Lahos güneyden gelir, bembeyaz etiyle gönülleri fetheder. Hele kum lahosu ve İskenderun Körfezi ise memleketi, envai çeşit pişirme usulüne boyun eğer.

DENİZ KÜSMEDİ

Bir çift palamutun, tek lüferin kuruşla alınabildiği günleri dün gibi hatırlıyorum. Rüyada değil! Ama her balık mevsiminin açılışında Boğaz’dan resmi geçit yaparak gelen dünya denizlerinin en lezzetli balıkları denize küsmedi. Deniz de bize. Kin tutmaz onlar. Sadece alıngandırlar. Yaşam alanlarının temiz tutulmasını, kirletilmemesini, doğum yaptıklarında her canlının analık hakkı gibi onların da yavrularının büyümeden öldürülmemesini, trol denilen savaş aracının (!) dengesiz güç oluşturduğunu ve sanki soylarını tüketmek için imal edildiğini, balık haklarını ihlal ettiğini, kurallara uyulursa asırlar boyu insanlarla birlikte olacaklarını söylemekteler. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bir dostuma serzenişte bulundum. Artık denizi göremeyeceğim yerlere tayin olduğumda balıkları çok özleyeceğimi söylediğimde o da bana Anadolu’nun her yerinde ya akarsu ya da göl bulunduğunu, oralarda yeni balık türleriyle tanışacağımı söylemişti. Gerçekten de öyle oldu. Van’da inci kefali, Gürün’de alabalık, Eğirdir’de sudak, Ankara’da turna ve aterina. Alabalıktan zarganaya, kefalden palamuta, turnadan yayına bir başkadır benim balıklarım.

Yorum Yazın