Japonya'dan İzlenimler - 12 Haziran 2010 Sabah Ankara

 

5 Mayıs tarihinde Türk Hava Yolları’nın TK 0050 sayılı uçuşuyla Tokyo’ya hareket ettik. THY’nin son yıllarda yaptığı yemek kalitesinden, servisin güzelliğinden farkı belli oluyordu. Seçil Tanrıverdi ve Süheyla Mertoğlu isimli hosteslerin muhteşem Japoncası uçaktaki önemli sayıdaki Japon yolcuyu etkiliyordu. Yol uzun olunca sohbet koyulaştı. Bir tanesi Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş. Diğeri Kayseri’den. Benim öğrencilik yıllarımda Çanakkale’nin nüfusu 27 bin idi. Yıllar sonra kurulan üniversitenin yetiştirdiği gençlerden Japonların bile istifade edebileceği hiç aklıma gelmezdi. Çok rahat bir yolculuktan sonra Narita Havaalanı’na indik. Bir-iki hafta önce gelseydik kiraz ağaçlarının çiçeklerinin yarattığı, dillerden dile dolaşan müthiş manzarayı görebilecektik. Ama yine de her yer yemyeşildi, bahar uyanışı devam ediyordu. Otelimize eşyaları atar atmaz dışarıya çıktık. Jet lag olmamak için hiç dinlenmeden planlı faaliyetlerimize devam etmeliydik. Pırıl pırıl Tokyo caddeleri, sokakları insanı çok etkiliyordu.

Ginza, Tokyo’nun en tanınmış semtlerinden birisidir. Birazcık ayaklarımız açılsın diye yürüyüş yaptık. Uçakta çok fazla yemek yediğimiz için akşam yemeğine kadar bir şey yememeye karar vermiştik. Ama Ostrea isimli istiridye barı ile karşılaşınca birden bire fikrim değişti. İştahım açıldı. Kuzey Japon denizinin soğuk sularında yetişmiş derya kuzularına haksızlık etmek istemedim, pek çok çeşidinden sipariş verdim. Hokkaido, Hiroshima, Hirota Bay cinsi istiridyelere, Fransa dahil dünyanın hiçbir yerinde şimdiye kadar rastlayamamıştım. Bir de istiridyelerin arasında göz kırpan Hokkaido, Kushiro bölgesinin kırmızı yengecini de denemeden yapamazdım. İyi ki denemişim, bir yaratıkta bu kadar mı et olur, lezzet olur? Bir hayli kalori aldık. Yanında Japonların Kirin birası! Ama yeryüzündeki en değerli hayvansal proteinlerden bir tanesi olan istiridyedeki kolesterol oranının sıfır olduğunu biliyordum. O nedenle çok fazla yedim. Makul fiyatlı bu istiridye bar & restoranı kesinlikle tavsiye ediyorum. Adresi, 9-15 Jewel Box Ginza 8F, Telefon: 0335730711, web adresi: www.ostrea.jp

KOBE SIĞIRI DAMAK ÇATLATIYOR

Japonya denince akla deniz ürünleri gelir. Ama Kobe sığırını atlamanız olmaz. Dünyaca ünlü bu sığır çok özel koşullarda yetişiyor. Ahırlarda Mozart’ın ve Chopen’in müzikleri dinletiliyor, hayvanlara masaj yapılıyor ve muhteşem etler elde ediliyor. Tokyo’nun en ünlü Tepenyaki restoranlarından bir tanesi, The New Otani Oteli’nin cennetten bir parça gibi olan bahçesindeki Sekishin-Tei Restoranı’na giderken bahçenin içinden geçiyorsunuz. Küçük göletlerin içinde balıklar, rengarenk çiçeklerle donatılmış bu bahçe 400 yıllık.

Restoranda iki tadım menüsü var: “Sansui” ve “Ryoko-in”. Biz birinciyi seçiyor ama Kobe sığırı şartını da baştan koyuyoruz. Çünkü bu et pahalı olduğu için tercihli olarak sunuluyor. Menülerde bir de meyve isteğe bırakılıyor. Japonya’da meyve çok pahalı, üzüm salkımla, elma taneyle satılıyor. Meyve cenneti Türkiye’nin kıymetini insan bir kez daha anlıyor.

Izgarada gözümüzün önündeki tezgahta Japonların ünlü şeflerinden Kasamatsu şova başlıyor. Taptaze bir deniz tarağını pişirip sırayla hepimize ikram ediyor. Kobe etine geçmeden minicik bir tabakta ilginç bir sorbe ile karşılaşıyoruz. Tek bir yaprak ve üzerinde bal damlası sunuluyor. Grappara isimli bir bitkinin yaprağı. Sulu ve müthiş aromalı ilginç bir yaprak. Trilye’ye mutlaka getireceğim! Damak çatlatan Kobe sığırından sonra aşçı Kasamatsu elinde bir sebze sepetiyle geliyor ve “Herkes ikişer sebze seçsin bakalım” diyor. Mor kuşkonmaz, mor patates, patlıcan, Çin’de yetişen makicoy çiçeği, nilüfer yaprağını ve apartmanların altında yetişen salatayı seçtik. Dördümüz hepsinden tatmış olduk. Tabii ki Japon mutfağında pilav olmadan olmaz. Taze soğan, sarımsak, kuru soğan ve mantar ile birlikte yapılan pilavla vurucu darbeyi yaptık. Japonya’da hiçbir meyve bize cazip gelmediği için almadık.

ASAKUSA ÇOK HAREKETLİ

Pazar sabahı Buddha Tapınağı’nın olduğu Asakusa semtine gittik. Çok kalabalık bir pazar yeri kurulmuş. Taksi durağı gibi iki tekerlekli faytonlar var. Bu faytonları insanlar çekiyor ve yarım saatlik panoramik bir tur yaptırıyorlar.

Öğleden sonra şehrin en can alıcı caddesi olan Ginza’ya gittik. Ginza’da akşam 17:00’a kadar cadde trafiğe kapalı. Her taraf pırıl pırıl ve temiz. Günler öncesinden rezervasyon yaptırdığımız, yıllardır Japonların en elit turistlerini Türkiye’ye getiren Dr. Oğuz Erdal’ın önerisiyle gitmek istediğimiz tempura restoranı Nakagawa, rezervasyon saatine sekiz dakika kala arayıp “Neredesiniz? Koordinatlarınızı bildirin” deyince, herhalde araç gönderip bizi aldıracaklar diye sevinmiştim. Ama üç dakika sonra gelen ikinci telefonda “Rezervasyonunuzu iptal ediyoruz, gelmeyin” deyince şoke olduk. O akşam tatile gidecekleri için personel sabırsızlanmış o nedenle böyle bir şımarıklık yaptılar. Bir daha gittiğimde uğrar mıyım bilemiyorum? Japonya’da 15 yıldır rehberlik yapan Adıyamanlı arkadaşımız İbrahim’in Japon eşi Oyako hemen kolları sıvıyor ve bize henüz metrodan inmeden “Üzülmeyin daha iyisini bulacağım” diyor ve gerçekten öyle yapıyor. Dünyaca ünlü Ten-Ichi Tempura Restoran’da soluğu alıyoruz. Duvardaki resimleri görünce hayrete düşüyoruz. Frank Sinatra’dan, Bill Clinton’a kadar pek çok ünlü bu restoranda yemek yemiş. Hiç yağ çekmeden taze karides ve sebzelerden yapılan tempuradan çok memnun kalıyoruz. Adres: 6-6-5 Ginza, Namiki dori, Tokyo Prefecture, Telefon: 0335711949, web adresi: www.tenichi.co.jp.

TERÖR BİZİ JAPONYA’DA DA VURDU

Asakusa semtindeki tapınaklardan ayrılıp yeşil çay satan bir mağazaya geldik. Sahibi Masudaen Kenzo, Türk olduğumuzu duyunca çok sevindi. “Çok güzel ülkeniz var. Kapadokya ve İstanbul’a bayıldık. Ama ayrılışımız çok hüzünlü oldu çünkü otelin yanındaki HSBC binası patladı, bir sürü insan öldü, hemen ülkemize döndük,” deyince terör bizi ta Japonya’da bile vurdu demekten kendimi alamadım.

HEYKELİ DİKİLEN KÖPEK HACHIKO

Japonların köpek hayranlığına bayıldım. Hayvan seven toplumların hayata bakışı da çok farklı oluyor. Bir köpek sahibi olarak kafelerde bile güzelim çocuk arabaları içinde birbirinden güzel köpekleri yanlarında taşıdıklarını görünce hayretimi gizleyemedim. Ancak Hachiko ile ilgili öyküyü duyunca hak verdim. Eşim Çinli köpeğimiz Tontik’e hediye almak için arayış içine girdi. Hangi mall’a gitsek büyük bir petshop var. Birbirinden güzel köpek aksesuarları satan mağazalar tıklım tıklım dolu. Üniversitede öğretim üyesi Prof. Hidesaburo Ueno, Hachiko isimli Akita kurdu köpeği ile her sabah evinin kapısında vedalaşır akşam dönünce kapıda karşılanır. Bir gün Hachiko, Prof. Hidesaburo Ueno’yu takip eder ve metroya kadar uğurlar. Dönüşte metro çıkışında karşılar ve bu sevgi bağı uzun zaman sürer. Bir gün Hachiko yine metro kapısına kadar gider ve ev sahibini yolcu eder. Akşam olunca yine dönüş saatinde metro çıkışına gider fakat sahibi gelmez. Gece olur, sabah olur, gelen giden yok! Prof. Hidesaburo Ueno okulda kalp krizi geçirir ve ölür. Durumdan habersiz köpek Hachiko, günler, haftalar, aylar boyunca sahibini bekler ve üçüncü ayın sonunda açlıktan ölür. Japonlar bu vefalı köpeğin anısına metronun yanı başına muhteşem bir heykel dikerler. Bize de bu vefalı arkadaşı ziyaret etmek ve Tontik’in selamını iletmek düşerdi, yerine getirdik. Ziyaretçi akınına uğrayan bu heykel, Japonların duygusallığı konusunda da pes doğrusu dedirtti. Shibuya semtindeki Hachiko heykeli görülmeye değer bir yer.

Üçüncü gün kahvaltıdan sonra hemen bir çim suyu büfesinde soluğu aldık. Ben sek içtim. Eşim, Naci ve İbrahim tatlandırılmış meyve sosları karıştırarak içtiler. Çok zinde olmak zorundaydık. Çünkü öğleden sonra elektronik dünyasının kalbinin attığı, en ucuz ve kaliteli fotoğraf makineleri ve elektronik eşya satılan Akihabara’ya gidecektik. Yodobashi İş Merkezi her katta ayrı ürünlerin satıldığı, günün her saati tıklım tıklım dolu olan bir alışveriş merkezi. İkinci katta robot şeklinde masaj koltuklarına rastladık. Uzak Doğulu masaj yapan bayanlar herhalde artık işsiz kalır! Elektronikle aklınıza gelebilecek her şey çok ucuz ve kaliteli Japon malı. Bir kalem pil bile alsanız size sevgi gösterisinde bulunuyorlar ve kapıya kadar uğurluyorlar. Hem dünya liginin zirvesinde ol, zengin ülke ol, hem de bu kadar alçak gönüllü ol! Her meziyeti iki koltuğa nasıl sığdırıyorlar hayret doğrusu.

Yorgunluğumuzu atmak için birazcık deniz havası soluyalım diye New York’taki özgürlük heykelinin aynısını yaptıkları bölgeye gittik. Her dakikamızı değerlendirip akşam yemeği için otelimizin yanı başında Akasaka semtindeki geleneksel Japon restoranında akşam yemeği yedik. Restoranın ismi Shabu-Zen. İçeri girerken ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Önümüzde elektrikli bir masa tezgahı var. Suntory Japon birası ile hararetimizi giderip yemeği kendimiz pişirmeye başlıyoruz. Restoran sahibi yaşlı bir bayan küçük bir kömür ızgarasında kalamar pişiriyor. Yanına üç çeşit sos getiriyor. Birincisi soya sosu, içine minik doğranmış soğan, acılı kırmızı biber ve turp püresi karıştırıyoruz. İkincisi tahin sosu, üçüncüsü de kalamar mürekkebi sosu, içinde susam bulunuyor. Bandıra bandıra yiyoruz ama nafile kalamar çok sert. Ayrıca Enoki mantarı başlangıçta minicik sebze gibi pişiriliyor. Bu kez önümüzdeki tencerelerde Kobe sığırı almak istemediğimizi söylüyoruz. Servis yapan hanımefendi Japonya’da 100 çeşit sığır eti olduğunu söyledi ve bize de mazırzaka sığırını önerdi. 15 yıldır eşinden Türkçe öğrenen ve Türk geleneklerini iyice benimseyen Oyaka “Siyah kıllı öküz” olarak tercüme edince gülmekten kırıldık. Et suyunun içinde etleri ve sebzeleri pişirip karnımızı doyurduk. Et servisi limitsiz, yeter diyene kadar masaya sürekli servis yapıyorlar. Bu yemeğin ismi Shabu-Shabu. Sonunda tencerede kalan leziz et suyuyla udon denilen makarnayı pişirip yemeğimizi noktalıyoruz.

Son gün erkenden Japonya’yı her ziyaretimde programımın olmazsa olmazlarından olan Skjuki balık haline gidiyoruz. Açık arttırmanın bittiği saatten sonra hale varıyoruz. Bindiğimiz taksi şoförüne “Bizi balık haline götür” diyoruz. “45 yıldır taksicilik yapıyorum, ilk kez gidiyorum, siz nerelisiniz?” diyor. Türk olduğumuzu söyleyince başlıyor bize Osmanlı’nın gönderdiği gemiyi anlatmaya. Yolculuğumuz biterken bizden ücret almak istemiyor. Hayretler içinde ve çok mutlu şekilde taksiden iniyoruz. İlk defa bir taksicinin indirim yaptığını bizzat yaşıyoruz. Bütün taksilerde koltukların üzeri dantel işlemeli örtülerle kaplanmış.

Balık halinde yoğun bir kalabalık suşicilere balık yetiştirmeye çalışıyor. Civardaki restoranlarda kuyruk var. Taze balıktan suşi yeme kuyruğu. Gözlerinize inanamazsınız! “Denizden babam çıksa yerim!” cümlesinin geçerliliğini yaşıyorsunuz. İlginç görünümlü miriguaydan, turpa benzeyen horaya, deniz yosunlarından müren balığına kadar her şey var. Temizlik had safhada.

Öğle saatlerinde bir merakımı daha yerine getirmek için Mochi Cream büfesinin önünde soluğu alıyorum. Üzeri pirinç, içi soya fasulyesinden yapılmış muhteşem bir tatlı. Portakallısı, yeşil çaylısı, karamellisi gibi pek çok çeşidi var.

Gönlümden Hokkaido’ya gitmek geçiyor ama bir dahaki sefere bırakıyorum. Çünkü orası deniz ürünleri mutfağı ile nam salmış. Özel uçakla deniz mahsulleri yemeye gidiyorlar.

Son akşam New Otani Oteli’ndeki Sushi Kyubey’de rezervasyon yaptırdık. Tokyo’nun en ünlü suşi mekanlarından biri. Akşam yemeği olmasına rağmen pirincin üzerindeki derisi yüzülmüş filetosu çıkarılmış balık hala daha gözümüzün önünde can çekişiyordu. Tabii ki o porsiyon Oyako’ya kaldı. “Haftada bir suşi yemezsem vücudumda bir eksiklik hissediyorum” diyor Japon gelinimiz. Seyahat arkadaşım Naci Yıldırımer de suşi akşamında aç kalıyor. Dört gün boyunca Manisa’da kendi adını taşıyan markasıyla ürettiği nefis zeytinyağlarını Japonlara nasıl satabilirim diye odaklanmış durumda.

Japonya’ya gitmeden önce dövizi Türkiye’den temin etmek daha avantajlı. Çünkü nedense bankaların önünde bankamatik yok. Seven Eleven’ın içinde ve Citibank şubelerinde ATM’lerden exchange yapılabilir.

Japonya’da en kolay ulaşım metroyla yapılıyor. Yediden yetmişe herkes metroya biniyor. Ulaşmak istediğiniz çok uzak yerlere kısa zamanda varabiliyorsunuz. Taksi ile gittiğiniz zaman mutlaka trafik sorunu oluyor.

Ertesi gün yeşillikler arasından Narita’ya doğru yola çıkıyoruz. Türk Hava Yolları’nın güzel servisi ve leziz yemekleriyle çok rahat bir yolculuktan sonra Ankara’ya dönüyoruz. Uçağın gidiş ve dönüşte boş olduğuna üzülüyor, 2 bin kadar Türk’ün yaşadığı Tokyo ve tüm Japonya ile ticari ilişkilerimizin artması gerektiğine inanıyorum. 2010 Japon ve Türk yılı gerekli dikkati çekse de ticari alanda pek etkili faaliyet sağlayamamış gibi geldi. Urfalı tavuk ve et dönercilerin Tokyo’nun en işlek köşelerinde çok iyi iş yaptıklarını ve Japonların uzun kuyruklar oluşturduğunu görmek, diğer alanlara da eğilmemiz gerektiğini anlatır gibi.

 

Yorum Yazın